Hasan el-Basrî (ö. 110/728), sahabeden sonra gelen ikinci nesil Müslümanların (Tabiun) en seçkinlerindendir. Hz. Osman’ın Medine’de şehid edildiği gün 14 yaşlarındaydı. Sıffin Vak’ası’ndan (h. 37) bir sene sonra Basra’ya gitmiş, Doğu İran’ın fethine (h. 43) katılmış, nihayet Horasan valisi Rebi’ b. Ziyad’ın kâtipliğini yapmıştır. İlim ve fazileti, zühd ve takvası yönünden büyük bir mevkiye sahip olup alçak gönüllü ve mütevazi kişiliği ile şöhret bulmuştur. Daha sonra ortaya çıkan tarikat ve mezheplerin kendisine önder olarak sahip çıkma ihtiyacını duymalarının temelinde, bu ruhsal özellikler yatmaktadır. Devrin bazı idarecilerinin kaderle ilgili yanlış anlayış ve tutumları ve buna dinî kılıf uydurmaları, Basrî gibi birçok bilgini rahatsız etmiştir. Bu atmosfer içinde o, gerektiği zaman idarecileri uygun bir dille uyarmıştır. Ancak idarecilere karşı isyan etmek isteyenlere, Allah’a isyan dışında itaatı tavsiye etmiştir. Nitekim İbnu’l-Eş’as gibi bazı kişilerin isyanlarına taraftar olmamış; kötü bir fiili düzeltme gayretinde olan bir Harici’ye, isyan etmekle daha büyük bir günah işlemiş olacağını hatırlatmıştır. Bazı araştırıcılar Abdulmelik b. Mervan’a gönderdiği risaleye dayanarak onun kaderi olarak kabul edilebileceğini ileri sürerler. Ona göre Muaviye de, iktidarı zorla ele geçirmek ve Yezid’i halife tayin etmek gibi fillerinden dolayı günahkârdı. Bu tür hareketlerin ilahi takdir sonucu ortaya çıktığını söyleyenlere Hasan’ın cevabı sertti: “Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar!” Böylece o, Hz. Osman’ın katillerini de lânetliyordu. Hasan Basrî’nin de içinde yer aldığı, hür irade ve kader etrafında dolaşan tartışmalar çerçevesinde, Müslümanlar arasında üç temel görüş ortaya çıkmıştır: 1. Çoğunlukla kabul edilen ve beşerî sorumluluğu kaldırmayan anlayış. 2. İrade hürriyetini tanımayan ve sorumluluğu kaldıran cebri (fatalist) anlayış. Bu anlayışa göre küfür ve şer/kötülük dahi Allah’ın takdiri iledir. 3. Hür iradeye yer veren, dolayısıyla kaderin, Allah’tan değil, insanların kendi kudretleriyle olduğunu savunanların (kaderî) anlayışı. Bu tartışmalar çerçevesinde Hasan Basrî, halife Abdulmelik’e yazdığı risalede, ana hatlarıyla büyük günah etrafında gündeme gelen problemlere vurgu yapmıştır. Bunlardan en önemlileri arasında, ilahi ilim ve kulun iradesi, hayır-şer, hidayet-dalalet vb. konular yer almaktadır. Allah’ın olacak şeyleri bilmesi, insanın hür irâdesini kullanmaya engel değildir. Yani Allah Teâlâ’nın, yaptığımız işleri bilmesi, onları yapmakta iken irâdemizi herhangi bir yönde kullanabilmemize mani değildir: Yanlış yolda olanlar, Allah’ın ilmi konusunu boş yere münakaşa eder ve: “Allah bir kavmin küfrünü bilir, artık onlar îmân edemezler. Zira Allah’ın ilmi buna engel olmaktadır” derler. Bu durumda onların iddiaları şöyle demek oluyor: Allah, kullarına yapmaya ve terk etmeye muktedir olamayacakları şeyi yapmayı ve terk etmeyi teklif ediyor. Allah, şu şözü ile onları yalanlamaktadır: “Allah bir kimseye gücünün yeteceği şeyi yükler” (Kur’ân 2: 286). Kuşkusuz Allah bilir ki küfür onların tercihleri ve hevalarına uymalarıyla ortaya çıkmaktadır... Allah Teâlâ, Âdemoğlunun tabiatına ilhamla, iyiliği kötülükten ayırma gücünü vermiş ve bu sebeple pek çok ayette: “O kullarımı müjdele ki, sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar. Allah’ın hidâyet ettikleri bunlardır” (Kur’ân 39: 18); “İmân ediniz, hakkınızda hayırlı olur” (Kur’ân 4: 169) ve “Bundan vazgeçmek hakkınızda daha hayırlı olur” (Kur’ân 4: 170) buyurmuştur. Diğer taraftan, “Hiçbir kimse Allah’ın izni olmaksızın îmân edemez” (Kur’ân 10: 100) âyetinde ’izin’ kelimesi, ’serbest bırakma’ manasınadır. O halde Allah, herkesi imân karşısında serbest bırakmış ve imân edebilmeye muktedir kılmıştır. Allah’ın kitap, emir ve adaletine muhalefette ifrata gidenler, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiyi anlayamayacak kadar gâfildirler. Bunlar cehaletlerinden dolayı her şeyi kadere yüklerler, öte yandan dünya işlerinde bununla yetinmeyip azim ve tedbiri de elden bırakmazlar. Onlardan birine: “Dünya yolunda nefsini yorma, sıcak ve soğukta kendini işe koşma ve canını yolculukta tehlikelere atma; nasıl olsa rızkın hazırlanmıştır” desen kabul etmez. Ve yine: “Sakın dükkânını ve evinin kapısını – malının ve eşyanın kaybolmasından korkarak– kilitleme, zira senin kapıyı kilitlemen, Allah’ın takdirini değiştirmez” desen, bunu da kabul etmez... Bütün bunlara rağmen din meselelerini kadere terk eder. Bütün bunlar hakkın ağır, bâtılın hafif olmasından ileri gelmektedir. Şayet hakikat bu cahillerin dediği gibi olsaydı, Allah Teâlâ: “Dilediğinizi işleyin” (Kur’ân 41: 40) yerine, “Üzerinize takdir ettiklerini işleyin”; “Dileyen inansın, dileyen kâfir olsun” (Kur’ân 18: 29) yerine, “İstediğim kimse îmân etsin, istediğim kimse de kâfir olsun” derdi. Öyle ise Allah, bir kulu kör edip sonra: “Gör, yoksa sana azâb ederim!” demeyecek kadar insaflı ve âdildir. Hasan el-Basri 1933. er-Risale, neşr. Hellmut Ritter, Der İslam, XXI, Berlin –Leipzig, s. 68-77