KIRIM TÜRKLERİNE BİR ÖZÜR BORÇLUYUZ (Türksolu dergisinde yayınlanmıştı) Gerçi bugün Hazar devletinin hiçbir temsilcisi kalmamıştır, Hazar Hakanlığı’nı görünüşte Rusya yıkmışsa da, Monomah sadece ilk darbeyi indirmiş ve Bulgarya’da önemli problemler çıktığı için hakanlığı ortadan kaldırma görevini Oğuzlara vermiş ve kendisi çekip gitmişti. Oğuzlar, Rusya’nın yarım bıraktığı işi memnuniyetle tamamladılar ve Hazar Hakanlığı’nı ortadan kaldırıp, halkı kılıçtan geçirdiler. İşte bu katliamdan kurtulup oraya buraya dağılan Hazarlar, daha sonra kimlik ve din değiştirerek Avrupalıların Kossak, Osmanlı tarihçilerinin Kazak dedikleri konglomeranın bel kemiğini oluşturacaklar; Rusların Osmanlı’ya ve Kırımlı Türklere karşı kullandıkları paralı askerlere dönüşeceklerdi. Peki Rus kroniklerinde Guz olarak geçen bu Oğuzlar kimdi? Bunlar Sır-derya Yabgu Devleti’nin yıkılması üzerine Kıpçaklar taraafından Güneydoğu Rusya taraflarına itilen ve oradan Peçenekleri Bizans sınırına doğru kovalayan pagan ve şaman Türklerdi. Harezm tarafına gidenler ise Müslüman olmuşlardı ki, din değiştirdikten sonra Türkmen denilen Oğuz boylarını oluşturanlar da bunlardı. Bu Oğuzlar veya tabir-i âharla Türkmenler, Anadolu’ya gelip yerleştiler ve beylikler devri kapandıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun ana kitlesini teşkil ettiler. Buraya kadar olanı sadece tarihi bilgiden ibarettir. Fazla ehemmiyeti haiz değildir; ama Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesinin birinci müsebbibi Osmanlı’nın yanlış politikalarıdır ve Osmanlı’ya küsüp gücenen mirzaların kendi aralarında iki partiye, Osmanlı ve Rus yanlısı partilere dönüşmelerinin temelinde de Bab-ı Ali’de cirit atan devşirmelerin yanlış değil, kasıtlı politikalarının rolü ağırdır. Aslında Anadolu Türklerinin Kırımlı Türklerle tanışmaları Osmanlı’dan daha önce Selçuklular zamanında başlamıştı; ama Selçuklu yönetimi onlara karşı herhangi bir hata işlememişti. Kırım Türkleri Osmanlı’nın sağ koluydu ama Osmanlı bu gücün ve onun başında bulunan Giray ailesini hep küçümsemiş ve horlamıştı. Nitekim II. Viyana seferi sırasında Tuna’yı gözetmekle görevli olan Murad-Giray’ın “Osmanlı anlasın şimdi Tatarın kıymetini!” diyerek Leh ordusunun nehri geçmesine seyirci kalmıştır ki, Viyana bozgununun asıl sebeplerinden biri budur. İyi ama bizzat Osmanlı sultanı tarafından atanan Kırım hanı durup dururken neden böyle davranmıştı? Bunun sebeplerini V. D. Smirnov’un “Osmanlı Dönemi Kırım Hanlığı” adlı kitapta detaylı olarak okumaktayız ve görmekteyiz ki, Bab-ı Ali Kırım hanlarını ve mirzalarını bir uşak gibi kullanmış; hanın çoğu kez suçu olmadığı halde azledilmesinde, Edirne’ye getirilip bir köyde mecburi ikamete tabi tutulmasına veya Rodos’a sürgün edilmesine karar vermiş, en ufak bir vefa göstermemiştir. Bir iki örnek verelim. Kırımlı tarihçi Mehmed-Giray, Tatarların 1691 yılında Belgrat önlerinde perişan vaziyette kaldıklarını ve açlıktan mısır unuyla karınlarını doyurmaya çalıştıklarını ve açlıktan öldüklerini, Türk serdarı Halil Paşa’nın kendi hemşehrilerine nasıl davrandığını anlatmaktadır: “Bu Tatar halkı her ne olur ise ekl iderlerimiş [yerlermiş]” deyüp, Tatar askerini sığır mesabesinde tutarak Sultan Süleyman zamânından bâki kalmış küflü beksimâtı işaret edüb “İşte zahîre. Bunu ekl eylesünler” deyüp, bir kaç araba tahmîl ile irsâl eylemiş [yükleyip göndermiş]. Bi-emri’llâhi te‘âlâ, bi’z-zarûrî havf-ı cû‘ddan [açlıktan ölme korkusuyla] ekl eyleyen Tatar gâzîleri iştidâd ishâl [şiddetli ishal] ile mübtelâ oldular, çok kimesne fevt oldu [hayatını kaybetti].” Fakat özellikle 1691 yılında Tuna ötesine düzenlenen sefer sırasında meydana gelen bir olaydan söz edilir. Bu sefere katılan Tatarlar kışı düşman ülkesinde geçirmek ve sert kış zorluklarına katlanmak zorunda kalmışlardı. Ayazdan ve açlıktan telef olmuşlar ve hatta atlarını kesip yemek zorunda kaldıkları için hemen hemen tamamı yaya kalmıştı. Bu yüzden Şirin ve Nogay beyleri ve diğer Tatar subayları o sırada han İstanbul’da olduğu için kalgayın huzurunda toplanmışlardı. Bunlar, kalgaya [han naibi] küfürler ederek, bağırıp çağırarak “Allah bela virsün sana da babana da! Nedir bu sizden çekdigimiz? İnkirazımıza sebep olup Kırım diyarına incir diküb ocağımızı söndürdigiz. Osmanlı alacağın alub işin bitürüb vilayetlerine gitdi, bizi bu berzahlara gezdirmek neden iktiza ider idi? Ve baban olacak gidi yine Osmanlı çanağın yalamağa İstanbul’a gitdi. Ne ânın hanlığın, ne senin kalgaylığın isteriz. Ve Kırım’ı bıragub âhar diyarda kışlamak nedir faidesi? Hanlıkdan usandı ise kaht-ı rical degil, yerine âdem bulunmaz mı? Yohsa Hak Teala ikinizin de vücudın bu sadırdan yok itsün!” Ruslar giderek güçlenmeye başladıktan sonra Kırım üzerine yürürken, Osmanlı Avrupa’ya düzenleyeceği sefer için Kırım hanından ordu istiyordu. Selim-Giray Han, Osmanlı sultanına gönderdiği mektupta ülkesinin Rus işgali tehlikesi altında bulunduğunu belirtiyor ve bu durumda askerin Kırım’ın savunmasında kullanılmasının daha doğru olacağını bildiriyordu. Mektupta şöyle diyordu han: “Askerlerden bazıları “Azak ve Dogan gibi Kırım sınırının eşiğinde bulunan ve İslam topraklarının kilidi sayılan kalelerin Moskof ve Barabaş gibi güçlü düşmanın kuşatması altında bulunduğu bir zamanda, düşmanımızı bırakıp nereye gideriz?” diyorlar. Bazıları ise “Nice zamandır canımızı ve kellemizi feda ederek din-i mübîn-i İslam için padişaha hizmet ettik. Böyle bir zamanda melceimiz olan Bab-ı Ali’den yardım ve himmet bekleriz. Ama sultanın temsilcisi vasıtasıyla arzettimiz taleplere kulak dahi asılmadı” diyorlar.” Tarihçi Mehmed-Giray, Rusların bir aydır kuşatma altında tuttuğu Dogan [veya Tagan] kalesine güya Osmanlı sultanının yardım gönderdiğini belirttikten sonra şu acı gerçeği gözler önüne sermektedir: “Paşalar âlet-i mülâhaza bir iki top kurup, toplara âteş virürler. Ammâ dâne-i top [güllenin] nereye gitdügin kimesne görmez. Meger topcılar olan mürteddler aslâ tabura zarar itmek murâd idinmeyüp, topı hevâya ta‘lîk iderlermiş [topu havaya atarlarmış]. Paşalarıñ dahi mühimmi olmayup, ekl-i kahve ve şerbet ile eglenürler imiş.” Kaledekiler ağır top atışları karşısında perişan duruma düşmekle birlikte yine de var güçleriyle kendilerini savunmaya devam ediyorlardı. Daha sonra düşman bir hileye başvurarak kaleye birini gönderip teslim olmaları teklifinde bulundu. Kale garnizonunda bulunan askerlere serbestçe çıkıp gitme izni verildi, fakat belki de Türklerin Kamaniçe’de yaptıklarını bahane ederek sivil halkın tamamını esir ettiler ve hepsini zincire vurarak çara gönderdiler. “Paşalar aslâ mühimm idinmeyüp [oralı olmayıp], kendü zevkleriyle mukayyed oldılar [uğraştılar]. Zehî bî-âr ve bî-gayret [ü] nâmûs dahi idinmeyüp [zerrece utanıp sıkılmadan], davulların dögdürüp döndiler.” Tabii devşirme paşa ve askerlerin kendi hemcinsleri Slavyanlara ateş etmeleri beklenemezdi. Osmanlı-Kırım ilişkisine sadece bir iki örnek vermekle yetindik. Bu şekilde horladığımız Kırım hanlarından ve askerlerinden sadakat beklemek herhalde aptallık olurdu; ama bu aptallardan da Bab-ı Ali’de çok vardı. Halbuki Kırım Türkleri bir kaç kez Moskova’ya girmiş, yakıp yıkmıştı. Dahası, hediye adı altında Moskova’dan haraç alıyorlardı. Hatta gerektiğinde Rusya hükümdarına kahırlı mektuplar gönderip hakaretler bile ediyorlardı. Ama aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra Ruslar bu olayların hesabını çok acı bir şekilde soracak; Kırım’ı ilhak ettikleri gibi, Kırımlıları da sürgüne göndereceklerdi. Kırımlıların sürgüne gönderilmelerinin zahiri sebebi onların Nazi Almanya’sıyla işbirliği yapmaları gibi görünse de, gerçekte yüzlerce yıl öncesinin hesabı kapatılıyordu. Kırım Türklerinin o ihtişamlı günlerinden son bir örnek vererek yazımızı noktalayalım. Kırım hanı Sahip-Giray Moskova üzerine yürürken Oka nehri vardıklarında güçlü beylerinden Baki-bey’in önce geçmesini ister. Fakat han ile arası açık olan Baki-bey önce hanın geçmesinde ısrar eder. Esasen her iki taraf da birbirine bu geçiş sırasında suikast tertiplemek niyetindeydi. Fakat onların bu karşılıklı güvensizliği sebebiyle oyalanmaları esnasında, Ruslar nehrin karşı tarafına gelip mevzilenmişler, toplarını kurmuşlar ve Remmal-Hoca denilen Kaysunizâne’nin ifadesiyle “it gibi uluşup dururlar”dı. Han, utanç içinde yurduna geri dönerken, IV. İvan Vasilyeviç’e [Korkunç İvan’a] şu sözlerle başlayan kahırlı bir mektup gönderdi: “Ey mel’un ve bîdîn ve bed-âyîn-i Moskov diyen [dinsiz ve putperest Moskof denilen] sabancı kulum! Sana şöyle ma’lum ola ki, benim muradım bu idi ki, il ve vilayetin gâret idüb [talan edip] ve seni tutup sana saban sürdürüb ulu ataňı babalarımız nice kullanırlarsa ben seni artık ri’ayet idüb [ben sana daha fazlasını yapıp] ayağına kademe [talkan] urub kuyu kazduram ve kendü miktarıňı öziňe bildürüb cihan halkın sana güldürem [kaç paralık adam olduğunu kendine gösterip, el-âlemi sana güldüreyim]. Var Allah-ü Teâlâ Hazretleri’ne şükürler eyle ki, dahi dünyada yiyecek ekmeğin varmış. Baki sebep olub [Baki-bey yüzünden] Oka suyı geçilmedi. Âňa dualer eyle. İmdi evvel ol koyunun içindeki böriyi [kurdu] depeleyüb ve bağım arasında olan har u haşekni ayırtlayub [bahçemdeki yaban otları ve haşeratı temizleyip] andan seniň hakkıňdan gelem”. Nereden nereye? Peki bu işin, Kırım’ın elden kayıp gitmesinin gerçek suçlusu kimdir? Smirnov’un tabiriyle XVIII. Yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için diğer halklara ve yakın bir gelecekte kaderini uzak komşusu Rusya’nın kaderiyle birleştirmeye hazırlanan vassal Kırım Hanlığı’na karşı işlediği tüm ağır hataların bedelini ödeme zamanı olacaktı. Oldu da. Kısacası Osmanlı’nın mirasçıları olan bizler Kırımlılara bir özür borçluyuz