ÇOCUKLUĞU Ben Nathaniel ama insanlar bana kısaca Nate der. 13 Aralık 1997 yılında Amerika Birleşik Devletleri ne bağlı Alaska eyaletinin Fairbanks North Star Borough ilçesinde doğdum. Sapsarı saçlara sahip, yeşil gözlü tatlı bir bebektim. Annemin idealistliğini doğduğu gün bitiren ben namıdiğer Nathaniel, Lawson ailesi için en önemli varlık olmayı doğduğum gün başarmıştım. Beş yaşına kadar hatırladığım en güzel anılarında hep annemin o sıcak gülümsemesi vardı. Çocukluğum sessiz sokaklara yayılan sıcak güneşin altında başladı. Ailem sadece benimle ilgilenen, ancak bir o kadar da anlayışlı bir aileydi. Evimiz sıcak renklerle boyanmış ahşap duvarları ve çiçeklerle dolu bir bahçesiyle adeta dolup taşıyordu. Küçük yaştan itibaren sakin ve gözlemci bir çocuktum. Her zaman sessiz ve düşünceliydim. Çevremdeki olayları dikkatlice izler insanların duygularını anlamaya çalışırdım. Belki de bu özelliğim korkularımın ve hobilerimin temelini atmıştı. Böcekler benim için korkunç ve bir o kadarda tiksinç şeylerdi. Onların tüyleri ve bacakları beni korkuturdu. Bu korkum zamanda merakımı da tetikledi. Böceklerin davranışlarını gözlemleyerek onların dünyasını daha iyi anlamaya çalıştım. Evimizin bahçesinde dolaşan böcekler gelirdi. Onlarla baş etmekte zorlanır, hatta kimi zaman kaçarken bile komik durumlara düşebilirdim. Çocukluğum boyunca en büyük ilgilerimden biri kimya oldu. Babam bir kimya laboratuvarında çalışıyordu ve beni sık sık yanına götürürdü. Kimyasal reaksiyonların ve elementlerin dünyasına olan merakım erken yaşta başladı. Babamın öğrettiklerini dikkatlice izlerdim ve bolca kimya kitapları okurdum. Kimya ile uğraşmak bana karmaşıklığı anlamaya çalışırken sessiz bir dünya sunardı. Çevremdeki insanlardan öğrendiğim önemli derslerden biri ise ihanetin ne kadar acı verici bir şey olduğuydu sanırım. Hayatımda bazı ihanetler yaşadım ve her seferinde bu deneyimler beni daha da içe dönük hale getirdi. İnsanlara güvenmekte zorlanmaya başladım. Bu güvensizlik, sosyal ilişkilerimde zaman zaman bazı zorluklara neden oldu. Hobilerim korkularımdan ve çevremdeki negatif enerjiden kaçmamı sağlıyordu. Kimya ile uğraşmak laboratuvarda yeni şeyler keşfetmek beni heyecanlandırıyordu. Spor ise hem fiziksel hem de zihinsel sağlığımı güçlendiriyor, hayatta kalmamı sağlıyordu. Çizim yapmak ise hayal gücümü canlı tutuyor, yaratıcılığımı süslüyor ve dünyaya farklı bir pencereden bakmamı sağlıyordu. Büyüdükçe kendi değerlerimi oluşturmayı öğrendim. İhanete uğramış olsam da insanlara hala bir şans vermeye devam ettim. Her hata beni daha güçlü kılmaya ve insan doğasını daha iyi anlamama yardımcı oldu. Kimi zaman sessizliğim, çevremdeki karmaşadan kaçmamı sağladı; kimi zaman ise içimdeki bilim ve sanat sevgisi, dünyayı daha derinlemesine keşfetmeme. Bugün sakinliğim ve gözlem yeteneğimle çevremdeki karmaşayı anlamaya çalışıyorum. Böcekler hala korkutucu, ihanet hala acı verici, ancak ben, Alaska'nın en soğuk topraklarında büyüdüm, tecrübeler kazandım ve kim olduğumu anlamak için sürekli bir çaba içindeyim. Sonuç olarak çocukluğum beni sakin, gözlemci ve yaratıcı bir birey olarak şekillendirdi. Korkularımı anlamaya ve yenmeye çalıştım, ilgi alanlarımı keşfettim ve ihanetin acılarını deneyimledim. Bu deneyimlerin hepsi, bugünkü benliğimi oluşturan temel taşlardan biri haline geldi. Kimya, animasyon ve tasarım ise benim ruhumun derinliklerinde parlayan ışıklar haline geldi, benim için bir tutku ve bir rahatlama kaynağı. Yaptığım hatalar ve doğrular, beni bugünkü ben yaptı. Her hatada bir ders, her doğruda bir başarı hikayesi vardı. Bu süreçte edindiğim alışkanlıklar, benim kim olduğumu belirledi. Tabi her hikaye bu kadar toz pembe olamaz dimi? Yıllar geçtikçe içimdeki sessizlik yerini derin bir karanlığa bırakmaya başladı. Henüz 13 yaşındaydım, bazen sanki kendi iç dünyamın labirentlerinde kayboluyordum. Babamın laboratuvarında geçirdiğim uzun saatler beni gerçek dünyadan koparıyor ve yalnızlığımı derinleştiriyordu. Kimyasal maddelerle uğraşmak bir zamanlar rahatlatıcı bir uğraşken, şimdi sanki beni tüketen bir ritüele dönüşmüştü. Kimyasal reaksiyonların karmaşıklığı beni büyülese de, bu büyü yavaş yavaş bir tür takıntıya dönüşüyor gibiydi. Bir gece babamın bodrum katındaki laboratuvarında çalışırken kendimi kimyasal maddelerin ve deney tüplerinin arasında kaybolmuş buldum. Karanlık bir köşede, sadece ay ışığının aydınlattığı bir masada, elimde bir kavanoz dolusu böcekle duruyordum. Böceklerin tüyleri ve bacakları, karanlıkta daha da korkunç görünüyordu. Fakat bu kez korku yerine daha derin bir merak hissettim. Bu derin merak bahçedeki gözlemlerimin çok daha üstündeydi. Onları incelemeye başladım ve birden içimdeki karanlık kontrol edilemez bir şekilde dışarıya taştı. Çeşitli bileşimler hazırlayarak her birine enjekte ettim ve sonuçlarını pürdikkat gözlemledim. Bir çoğunun can çekişmesi ve hatta ölmelerine rağmen devam ederek onları bir deney faresi gibi kullandım. Sanırım kimya tarafındaki karanlık yanım o gece tetiklenmişti. Bir süre sonra içimdeki bu karanlığı dışa vurmanın başka bir yolunu aramaya başladım. Çünkü deney ve işlemler oldukça riskliydi. Her an yakalanma ihtimali ve zaman zaman hissettiğim o pişmanlık duygusu beni hobilerimden biri olan çizime yönlendirdi. Ancak çizimlerim de artık önceki gibi masum ve neşeli değil, daha çok beynimdeki karanlığın emriyle, karanlık ve ürkütücü görüntülerden oluşmaktaydı. O zamanlarda yaptığım ilk çizimim, laboratuvarda yaptığım deneyleri yansıtan bir resim olmuştu. Kavanoz içerisinde bulunan zavallı, iğrenç böcekler ve laboratuvar tezgahında bulunan kimyasal maddelerin detaylarını çizdiğim, siyah mürekkep ve kömür kalem, içimdeki karmaşıklığı ve karanlığı açıkça kanıtlıyordu. Boş bir sayfa önünde saatlerce oturur, hayal gücümdeki karanlık figürleri kağıda dökerek rahatlamaya çalışırdım. Can çekişen böceklerin yanı sıra, insan figürleri. Bu figürler tıpkı böcekler gibi, kimyasal maddelerle olan temaslarının etkilerini gösteriyordu. Derileri yanmış, yüzleri deforme olmuş insan figürleriydi. Bu karanlığın aydınlığı babamın çizim defterimi bulduğu o an. Gözlerindeki dehşeti ve hayal kırıklığını asla unutamayacağım galiba. Babamın soruları altında ezildiğim o an aramızdaki bağın tamamen kopmaya başladığını hissetmiştim. Bu durumun bana yaşattığı korku ve babamın gözündeki hayal kırıklığı kendimi karanlık yönümden soyutlamamda büyük rol oynadı. Basit bir kağıt üzerinde yarattığım dünya, gerçek dünyadan kaçışımın karanlık bir yansımasıydı sadece. Bu yansıma zamanla aydınlığa kavuştu ve karanlık çizimler nadirliğini korudu. Ailem 1973 yılında 19 yaşındaki Rus kökenli bir adamın Fairbanks'a gelmesiyle kurulmuştu. Bu adam ailemin temelini atan ve zorluklara rağmen minik, derme çatma bir ev inşa ederek şehre adapte olan babamın babasıydı. Zamanla kendi güçleriyle ayakta durmayı öğrenmişlerdi. İki yıl sonra her şey rayına oturmuş ve artık güzel bir evimiz, sıcak bir yuvamız vardı. Bu mutlu evde babam Benedict doğdu. Ailesi varlık içinde olmasa da ona çalışmanın değerini öğretmişlerdi. Babam genç yaşta bu dersi özümsemiş her zaman çalışkan ve başarılıydı. Ancak üniversiteye gidememiş olması onda hep bir burukluk yaratmıştı. Bu yüzden benim eğitimim onun için hayatının en önemli amacı haline gelmişti. Annem Serena ise Alaska'da standart bir memur ailesinin çocuğu olarak nispeten huzurlu bir çocukluk geçirmişti. Yeni ve bilinmeyen şehirler onu hep korkuturdu. Düzeni sever, alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı kalırdı. Bu alışkanlıklar onun hayatının daha sonraki dönemlerinde de devam etti. Annem ve babamın oluşturduğu çekirdek ailemiz benim için her zaman en büyük destek oldu. Annem aslında oldukça başarılı bir halkla ilişkiler uzmanıydı. Ancak annesiz büyümenin verdiği derin izlerle beni annesiz büyütmek istememiş ve kariyerini bir kenara bırakarak ev hanımı olmuştu. Onun bu fedakarlığı benim için her zaman büyük bir örnek oldu. Mükemmeliyetçiliği ve herkese her zaman en iyi yüzünü gösterme arzusu onun en belirgin özelliklerindendi. İçinde fırtınalar koparken bile gülümseyerek bir odaya girebilirdi. En büyük zaafı ve aynı zamanda en büyük sevgisi benim için her zaman hissedilirdi. Babam Benedict ise ailede zor günler görmüş biriydi. Ticari zekası yüksek ve erken yaşlarda kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmişti. Evlenmeden önce akıllı yatırımlar yaparak, Alaska'da geri dönüşüm işiyle erken girişimcilerden biri olmuştu. Eşinin kariyer hırsına hayran kalsa da, aslında onun çalışmasına gerek kalmayacak kadar iyi bir gelir elde etmişti. Annemle tanıştıktan sonra evlenmeye karar vermişler ve ailemizi kurmuşlardı. Babam ticaret ve sanayi odasında seçmen üye olarak bilinen saygın bir iş insanıydı. Geniş bir çevresi olmasına rağmen gerçek dost olarak gördüğü üç arkadaşıyla zaman geçirmeyi en çok seven aktivitelerinden biriydi. Benim için babam hayata anlam katan en önemli kişiydi. Onun zorluklarla dolu hayatından ilham alarak büyüdüm ve onun hayatının bir parçası olmaktan her zaman gurur duydum. Babamın iş yerine gitme deneyimleri bana ticaretin inceliklerini öğretti ve çevremdeki insanların beni tanımasını sağladı. Bu deneyimler hayatım boyunca benim için paha biçilmez oldu. Ailemle olan ilişkim, benim karakterimi ve hayata bakış açımı şekillendiren en önemli faktördü. Annemin anlayışı ve sabrı, babamın hırsı ve öğütleri beni bugün olduğum kişi yaptı. Los Santos'a geldiğimde bile, hayatımın en önemli anlarında annemle iletişimi asla ihmal etmedim. O, her zaman benim için oradaydı ve onunla konuşmak bana her zaman huzur verirdi. Babamın ölüm korkusu, 16 yaşımdayken babamın geçirdiği kalp rahatsızlığından sonra daha da artmıştı. Şimdilik sağlığı iyi olsa da bu korku içimde hep var olacak. Ailem benim geçmişim, bugünüm ve geleceğim. Onlar olmadan ben, ben olamazdım. Yıllar geçti ve o gün geldi. Üniversite için bölüm araştırmalarına başlamıştım. Biraz daha sessiz bir alan istediğim için konfor alanımın dışına çıktım ve kütüphaneye gittim. Bilgisayarda oturmuş deli gibi ekrana kitlenmiştim. Karşıma çıkan her sayfaya tıklıyor ve içeriklerini okuyordum. Ne okumak istediğim ile alakalı fikirlerim olsa da yapabileceğim şeyleri yine de gözden geçirmeliydim. Her zaman yapmak istediğimiz şeylerin doğru şeyler olduğuna inanan biri değilim. Doğrularımız da yanlış olabilir. Bu nedenle yanlışları olabildiğince aza indirmeliydim. Saatler geçmişti. Bir çok bölüm ve okula bakmıştım. Enformatik ve Bilgisayar Bilimleri, Astrobiyoloji, Sualtı Arkeolojisi gibi bir çok bölümü araştırdım. Fakat içlerinden beni kendine tam şuan çeken bir bölüm vardı. "Endüstriyel Kimya" kendimi ne kadar kimya ile yan yana görürsem o kadar fazla kendimle alakalı bir gelecek kurmam kolaylaşıyordu. Araştırmalarım sonucu "NYU" kendime uygun bir bölüm bulabilmiştim. Endüstriyel Kimyager olmak bana çokta uzak gözükmüyordu. Geniş bir alana sahip olması ve bir bilim dalı olması beni oldukça içine çekmişti. Başvurumu öncelikli olarak bu üniversiteye yapmıştım, diğerlerine mektuplar göndermiş olsam bile gözümdeki en istediğim üniversite buydu. Kabul mektupları elime ulaştığında ve oturup hepsini okumaya başladığımda NYU’a kabul edileceğime imkan dahi vermediğimden olsa gerek kabul edilişimin mektubunu sayısız kez okumuştum. Eşyalarımı toparlamam ve oraya gitmem su gibi akıp geçmişti. Her şey aynı zamanda yolunda da gitmişti. İlk yaptığım şeylerden biri kampüse yakın, kiralık oda arayışı olmuştu. Ama hepsi ya çoktan tutulmuş ya da fazla para istiyorlardı. En sonunda öğrencilerin genellikle kaldığı apartmanlardan birine gidip yalvar yakar oda istemiştim, şansımın son damlalarını da kullanıp, üniversite hayatına atılmıştım. Üniversite bana oldukça fazla şey katmıştı. Kimya göründüğü gibi değildi, özellikle babamın yanında gittiğim geziler gibi hiç değildi. Kimya’nın içine girdikçe daha fazla kendimi buluyormuş gibi hisseder olmuştum. Kattığı bir başka şey ise deneyimler ve insanlar olmuştu. Aynı bölümümdeki insanları oldukça kaprisli bulmuştum. Çoğu bu işi para için yapıyordu. Kimyanın verdiği zevkten bir haber gibiydiler. Üniversite sürecimde babam ara sıra yanıma gelir gider olmuştu. Üniversitenin ilk yılında, babamla geçirdiğim bir akşamda babamın telefonu çaldı. Arayan Avukat Nolan, oturduğumuz masadan kaldırıp "hadi Nolan'nın evine gidiyoruz" dedi. Ev kitaplardan fırlamış gibi etkileyici ve zarif bir yapıydı. İçeri girdiğimizde kullanılmış ama yine de yeni gibi duran bir poker masası dikkatimi çekti. İki katlı olan evin girişindeki merdivenlerin önündeki sanatsal, boyumdan uzun bir heykel bana garip bir his verdi. Adamın ismi Nolan Payne. Nolan bir albino hastasıydı, buna rağmen oldukça karizmatik bir havaya sahipti. Belki de saçlarımı beyaza boyamamdaki büyük bir etken. Neyse babam Nolan ile derin bir sohbete daldı. Babam konuşurken Nolan bana evi dilediğim gibi gezebileceğimi, rahat etmemi istediğini söyledi. Evi keşfederken uzaktan gelen bir şarkı dikkatimi çekti. Şarkının sesini takip ederek bir kapıya geldim ve tam oradan ayrılacakken kapı açıldı. Karşımda mor gözlü bir kız belirdi. Bu Eleanore ile ilk karşılaşmamızdı. Eleanore tahmin edeceğiniz üzere Nolan'nın kızıydı. Elonore ise albinizm hastası ve bir uyuşturucu bağımlısıydı. Onun bu durumu biyolojik merakımı cezbetmişti. Zamanla arkadaşlığımız derinleşti. Bana güvendikçe bağımlılığı hakkında bazı bilgiler verdi, birkaç gündür kullanmadığı ve bunun yarattığı üzüntüyü paylaştı. Bu durumda ona yardım edebileceğimi düşündüm. Aslında benim için bir nevi deney faresi olacaktı, karanlık tarafımın yeni kurbanı. Ders notlarımdan ve Eleanore'un bilgilerinden yararlanarak onun için ilk dozumu hazırladım. Yapaylığı aşikardı ve Eleanore'un tepkisi bu durumu doğruladı. Ancak onun "hiç yoktan iyidir" sözleri beni daha iyi dozlar hazırlama konusunda motive etti. İkinci yılın sonunda başlayan bu arkadaşlık, Eleanore'un annesinin durumu öğrenmesiyle sona erdi ve Eleanore bir anda ortalıktan kayboldu. Bu olaydan sonra üniversitenin son yılında zehirler, dozlar ve antidotlar üzerinde zaman zaman çalışmalarıma devam ettim. Bu benim dış dünyadan uzaklaşmak için kaçış yolum olmuştu. Artık dikkatimi başka yerlere vermemin vakti geldi. Birkaç arkadaşımın önerisi ve yaptığım araştırmalar doğrultusunda Los Santos benim için sanırım güzel bir başlangıç noktası olabilir.